Blogger tarafından desteklenmektedir.
Oooo neler var neler!

14 Aralık 2018 Cuma

DOYMUŞ YAĞLAR VE KOLESTEROL - GLUTENSİZ YAŞAM


Şimdi besinlerden alınan yağlara dönelim. Yağ, insan beslenmesinin temel taşlarından biridir. İnsan beyninin yüzde 70'inden fazla bir kısmı yağdan oluşur. Bunun yanı sıra yağlar bağışıklık sisteminin düzenlenmesinde de çok önemli bir role sahiptir. Basitçe ifade etmek gerekirse omega-3 yağ asitleri ve tekli doymamış yağlar enflamasyonu azaltırken, hazır ve işlenmiş gıdalarda yaygın olarak kullanılan modifiye edilmiş hidrojenize yağlar enflamasyonu ciddi anlamda artırır.
Başta A, D, E ve K vitaminleri olmak üzere bazı vitaminlerin emiliminin tam olarak gerçekleşebilmesi için vücudun yağa ihtiyacı vardır. Söz konusu "yağda çözünen" vitaminlerin vücutta taşınabilmesi, besinlerden alınan yağlar sayesinde gerçekleşir. Zira bu vitaminler suda çözünmez ve ince bağırsaktan kana geçebilmeleri için yağlarla karışmaları gerekir. Bu hayati vitaminlerin vücut tarafından tam olarak emilememesinin neden olabileceği eksiklikler çok ciddidir. Bu tip eksikliler, aralarında beyin rahatsızlıklarının da bulunduğu pek çok ciddi hastalığa neden olabilir. Örneğin K vitamini eksikliği söz konusu olduğunda, yaralanmalarda kanın pıhtılaşmasında sorunlar baş gösterir ve hatta ani kanama riski artar (böylesi bir sorunun beyinde görüldüğünü düşünün). K vitamini, yaşa bağlı bunama ve sarı leke dejenerasyonu (sağlıklı yağlar sarı leke dejenerasyonuna karşı etkilidir) riskinin azaltılmasına yardımcı olarak beyin ve göz sağlığının korunmasına katkıda bulunur. Vücutta yeterli A vitamini bulunmadığında beyniniz gelişimini tamamlayamaz, kör olabilirsiniz ve enfeksiyonlara karşı da son derece savunmasız hale gelirsiniz. D vitamini eksikliğiyse aralarında şizofreni, Alzheimer hastalığı, Parkinson, depresyon, mevsimsel duygu-durum bozukluğu ve Tip-1 şeker hastalığı gibi otoimmün problemlerin de bulunduğu pek çok kronik hastalıkla yakından ilişkilidir.
Margarinlerde ve işlenmiş gıdalarda bulunan sentetik trans yağların zehirli, tekli doymamış yağlarınsa —avokado, zeytin ve ceviz gibi besinlerde bulunan yağlar— sağlıklı olduğunu artık biliyoruz. Soğuk deniz balıklarında (somon vb.) ve bazı bitkilerde (keten tohumu yağı gibi) bulunan çoklu doymamış omega-3 yağ asitlerinin de "iyi" olduğunu öğrendik. Peki, kırmızı et, yumurta sarısı, peynir ve tereyağı gibi besinlerde doğal olarak bulunan doymuş yağlar nasıldır? Detaylarıyla anlatmaya çalıştığım gibi doymuş yağların adı kötüye çıkarılmıştır.
Vücudunuzdaki her hücre, hücre zarının yüzde 50'sini meydana getiren çoklu doymuş yağlara ihtiyaç duyar. Bu yağlar akciğerlerinizin, kalbinizin, kemiklerinizin, karaciğerinizin ve bağışıklık sisteminizin oluşumuna ve işlevselliğine katkıda bulunur. Özel bir doymuş yağ çeşidi olan 16 karbonlu palmitik asit, akciğerlerin yüzey gerilimini azaltarak alveollerin —soluduğunuz oksijeni dolaşım sistemine yollayan hava kesecikleri— genişlemesini sağlayan akciğer sürfaktanını meydana getirir. Sürfaktan olmadan nefes alabilmeniz mümkün değildir. Zira akciğerlerinizdeki alveoller birbirine yapışır ve ciğerlerinizin genişlemesini engeller. Sağlıklı bir akciğer sürfaktanı astımı ve diğer solunum sorunlarını önlemektedir.
Doymuş yağlar kalp kasının en sevdiği besin maddesidir ve kemikler de kalsiyumu etkin bir biçimde ayrıştırabilmek için doymuş yağlara ihtiyaç duyar. Doymuş yağlar sayesinde karaciğeriniz yağlarını temizler ve sizi alkolde ve ilaçlarda bulunan bileşenler gibi toksinlerin etkilerinden korur. Bağışıklık sisteminizdeki akyuvarlar mikropları tanıyıp yok etme ve tümörlerle mücadele etme yeteneklerinin büyük bir kısmını tereyağı ve Hindistan cevizi yağında bulunan doymuş yağlara borçludur. Hatta endokrin sisteminiz de aralarında insülinin de bulunduğu bazı hormonların üretimi için doymuş yağ asitlerine ihtiyaç duyar. Doymuş yağlar beyninize tokluk mesajını ileterek doyduğunuzda sofradan kalkmanızı sağlar.
HDL ve LDL, vücutta farklı görevleri olan iki farklı kolesterol taşıyıcısıdır. Vücutta VLDL (çok düşük yoğunluklu lipoprotein) ve IDL (orta yoğunluklu lipoprotein) gibi farklı lipoproteinler de bulunmaktadır.
Bilim, hasta beyinlerdeki yağ ve kolesterol seviyelerinin son derece yetersiz olduğunu ve yaşlılarda total kolesterol seviyelerinin düşük olmasının ömrün kısalmasıyla ilişkili olduğunu çok kısa süre önce keşfetti. 24 Vücut kütlesinin sadece yüzde ikisi beyinden oluşmaktadır ancak vücuttaki total kolesterolün yüzde yirmi beşi de beyinde bulunur. Yani beynin ağırlığının beşte biri kolesterolden oluşur! Kolesterol hücre zarının oluşumuna katılır, hücre zarını geçirgen Kolesterol hücre zarının oluşumuna katılır, hücre zarını geçirgen hale getirerek hücresel "seçici geçirgenliğin" korunmasını sağlar ve hücrenin içinde ve dışında farklı kimyasal tepkimelerin gerçekleşmesine olanak tanır.
Beyinde yeni sinapsların oluşmasının, hücre zarlarını birbirine tutturarak sinyallerin iletilmesini kolaylaştıran kolesterole bağlı olduğundan bahsetmiştik. Kolesterol, nöronlar arasındaki bilgi geçişlerini hızlandıran miyelin kılıfların da temel bileşenlerindendir. Bilgi aktarımı yapamayan bir nöron işe yaramaz ve atık olarak ayrılır. Bu atıkların oluşumu da beyin hastalıklarının en ayırt edici belirtilerindendir.
Özetle kolesterol, beyinde iletişimin sağlanmasını ve beynin işlevlerini yerine getirmesini kolaylaştırıcı bir role sahiptir. Dahası kolesterol güçlü bir beyin antioksidanıdır. Beyni serbest radikallerin yıkıcı etkilerinden korur. Östrojen ve androjen gibi steroid hormonların ve D vitamininin de öncü maddesidir. D vitamini yağda çözünen çok önemli bir antioksidandır ve vücudu, yaşamı tehdit eden birçok hastalığa neden olabilecek enfeksiyon kaynaklarından koruyan güçlü bir antienflamatuvardır. D vitamini aslında gerçek bir vitamin değildir ve vücutta daha çok bir steroid ya da hormon işlevi görür. D vitamininin doğrudan kolesterolden üretildiği göz önünde bulundurulduğunda Parkinson, Alzheimer ya da MS gibi nörodejeneratif hastalıkları olan bireylerin D vitamini seviyelerinin düşük olması da kesinlikle sürpriz değildir.
Biz yaşlandıkça vücudumuzdaki kolesterol düzeyi genellikle artar ve bu iyi bir şeydir. Zira vücuttaki serbest radikal üretimi de yaşlanmayla birlikte artmaktadır. Kolesterol bu serbest radikallere karşı bir çeşit savunma duvarı oluşturmaktadır. Kolesterolün insan sağlığı ve fizyolojisindeki rolü beyinle sınırlı değildir. Yağların sindirimini ve A, D ve K vitaminleri gibi yağda çözünen vitaminlerin emilimini sağlayan ve safra kesesi tarafından salgılanan safra tuzları kolesterolden üretilir. Yani bir insanın kanındaki kolesterol düzeyinin düşük olması yağları sindirme kapasitesini azaltacaktır. Bu durumda vücuttaki elektrolit dengesi de bozulacaktır çünkü bu hassas denge de kolesterol tarafından kontrol edilmektedir.
Aslında kolesterol insan vücudu için o kadar önemli bir iş birlikçidir ki her hücrenin kendine özel kolesterol depolama yöntemleri bulunmaktadır. Peki, bu bize beslenme tavsiyeleri hakkında neler söylemektedir? Bize yıllardır "düşük kolesterollü" yiyecekler tüketmemiz söyleniyor ama yumurta gibi kolesterol açısından zengin yiyecekler aslında çok faydalı ve onları "beyin besinleri" olarak kabul etmek gerekiyor. Bizler iki milyon yılı aşkın süredir kolesterol oranı yüksek besinler tüketiyoruz. Beynin işlevselliğini sekteye uğratan ve sağlığımızı bozan gerçek suçluların neler olduğunu artık biliyorsunuz: glisemik indeksi, yani karbonhidrat oranı yüksek yiyecekler.
Yazar: Ceyhun Özçelik - 12/14/2018

GLİKASYON - GLUTENSİZ YAŞAM


Çok yakında hem obezitenin hem de kalp hastalıklarının temelinde gerçekte neyin yattığını keşfedeceksiniz. Tahıllar ve karbonhidratlar kan şekerini yükselterek beyni ateşe verir. Beyin üzerindeki bu olumsuz etki, enflamasyon döngüsünü başlatır ve bu da nörotransmiterlerinizi doğrudan etkiler. Nörotransmiterler beyninizin ve duygu durumunuzun en önemli düzenleyicileridir. Kan şekeriniz yükseldiğinde vücudunuzdaki serotonin, epinefrin, norepinefrin, GABA ve dopamin gibi nörotransmiterler hızla tükenir. Aynı zamanda da bu nörotransmiterlerin üretimi için gereken B kompleks vitaminleri de yıkıma uğrar. Magnezyum düzeylerindeki düşüş hem sinir sisteminizi hem de karaciğerinizi zorlar. Tüm bunlara ek olarak yüksek kan şekeri, sonraki bölümde detaylı olarak inceleyeceğimiz glikasyon reaksiyonunu da tetikler.
Kısaca açıklamak gerekirse glikasyon; şeker, protein ve bazı yağların birbirlerine bağlanıp aralarında beyin dokuları ve hücrelerin de bulunduğu doku ve hücreleri katılaştırmalarına ve esnekliklerini kaybetmelerine neden olduğu biyolojik bir reaksiyondur. Daha net bir ifadeyle, şeker molekülleri ve beyin proteinleri birleşerek beynin tahrip olmasına ve işlevlerini yitirmesine çeşitli şekillerde katkıda bulunan yeni, ölümcül yapılar oluştururlar. Beyin, glikasyonun yıkıcı etkilerine karşı son derece savunmasızdır ve gluten gibi güçlü antijenlerin de bu sürece ivme kazandırması durumu ağırlaştırmaktadır. Nörolojik terimlerle ifade etmek gerekirse glikasyon, önemli beyin dokularının küçülmesine katkıda bulunabilmektedir.
Aralarında şeker ve nişastaların da bulunduğu besinlerden alınan karbonhidratlar vücutta şekere dönüşür ve bu da, artık bildiğiniz gibi pankreasa kana şeker pompalaması gerektiğini söyler. İnsülin, glikozun hücrelere iletilip karaciğer ve kaslarda glikojen olarak depolanmasını sağlar. Karaciğer ve kaslarda glikojene yer kalmadığındaysa şeker yağa dönüştürülerek vücutta depolanır. Karbonhidrat tüketimi —yağ değil— kilo alımının en temel nedenidir.
Çoğu çiftçinin kesmek için yetiştirdiği hayvanları protein ve yağlar yerine mısır ve tahıllar gibi karbonhidratlarla beslediklerini unutmayın. Tahılla beslenmiş bir danadan elde edilen bir parça etle çimen ve kuru otla beslenmiş bir danadan elde edilen et parçasını karşılaştırdığınızda bu farkı kolaylıkla görebilirsiniz. Tahılla beslenen dananın eti çok daha yağlı olacaktır. Bu durum, karbonhidrat oranı düşük diyetlerin sağlık üzerindeki en önemli etkilerinden birinin kilo kaybı olmasını büyük ölçüde açıklamaktadır. Üstelik karbonhidrat oranı düşük diyetler kan şekerini de düşürerek insülin direncini kontrol altına alır.
Karbonhidrat yerine yağ tüketilmesi, Tip-2 şeker hastalığının tedavisinde sıkça başvurulan bir yöntem haline gelmeye başlamıştır. Karbonhidrat oranı yüksek bir beslenme düzenini alışkanlık haline getirdiğinizde vücudunuz sürekli insülin salgılar ve yağ yakımı da tam olarak durmasa bile ciddi anlamda kısıtlanır. Vücudunuz şekere bağımlı hale gelir. Hatta vücudunuzdaki tüm glikozu kullansanız bile insülin fazlası yüzünden metabolizmanız mevcut yağları yakmakta sıkıntı yaşar. Aslında karbonhidrat bazlı beslenmek demek, vücudumuzu aç bırakmak demektir. Birçok obezin de karbonhidrat tüketirken kilo verememesinin başlıca nedeni budur. İnsülin düzeyleri vücutlarındaki yağı rehin almaktadır. 
Yazar: Ceyhun Özçelik - 12/14/2018

OKSİDASYON VE KOLESTEROL - GLUTENSİZ YAŞAM


Kronik enflamasyon sürecinin merkezinde oksidatif stres —bir çeşit biyolojik paslanma— kavramı yer alır. Bu dereceli aşınma tüm dokularda görülür. Hayatın normal bir parçasıdır, doğanın her alanında görülür ve vücudumuz besinlerden ve havadaki oksijenden aldığı kaloriyi kullanılabilir enerjiye dönüştürürken de gerçekleşir. Ancak vücutta aşırı boyutlara vardığı ya da vücut onu sağlıklı bir biçimde kontrol altında tutamadığı takdirde ölümcül sonuçları olabilecek bir reaksiyondur. Oksidasyon kelimesi içinde "oksijen" içerse de bu, soluduğunuz oksijenle aynı şey değildir. Buradaki suçlu, bir diğer oksijen molekülüyle (02) birleşmemiş olan tek bir O'dur.
Oksidasyonun düşürülmesi enflamasyonu da azaltır ve bu da oksidasyonun sınırlanmasını sağlar. Bu yüzden antioksidanlar hayati önem taşır. A, C ve E vitamini gibi antioksidan özellikli besinler serbest radikallere elektron vererek zincirleme reaksiyonların önünü keser ve hasar oluşmasını önler.
Beyin ayakta kalabilmek için kolesterole ihtiyaç duyar. Kolesterol, nöronların işlevselliğini devam ettirebilmesi için hayati değer taşır ve beyin için çok önemli bir besin maddesidir. Hücre zarının oluşmasında çok önemli bir rolü olan temel bir yapı taşıdır. Antioksidan özelliklere sahiptir ve vücutta D vitamini gibi beyin dostu maddelerin ve steroid hormonların üretiminde kullanılır. En önemlisiyse kolesterolün nöronların en temel yakıt maddesi olmasıdır. Nöronlar yeterli miktarda kolesterolü kendi başlarına üretemezler ve kandaki kolesterolün onlara bir taşıyıcı protein tarafından ulaştırılmasını beklerler. Bu taşıyıcı protein, yani LDL, "kötü kolesterol" gibi olumsuz bir isimle tanınmaktadır. İyi, kötü bir yana LDL bir kolesterol molekülü bile değildir. Düşük yoğunluklu bir lipoproteindir ve hiç de kötü bir şey değildir. LDL'nin beyindeki temel görevi, hayat verici kolesterolü yakalayıp onu çok önemli işlevler üstleneceği nöronlara ulaştırmaktır.
Zira kalp-damar hastalıklarının asıl sorumlusu kolesterol ve LDL değil, okside LDL'dir. Peki, LDL nasıl bu kadar hasar görerek kolesterolü beyine taşıyamaz hale geliyor? Bu durumun en yaygın sebeplerinden biri, LDL moleküllerinin glikoz tarafından fiziksel değişime uğratılmasıdır. Şeker molekülleri LDL'ye bağlanarak molekülün yapısını değiştirir ve bu durum hem LDL'nin işlevini yerine getirememesine hem de serbest radikal üretiminin artmasına neden olur.
LDL'nin beyindeki temel görevi, hayat veren kolesterol moleküllerini yakalayıp hayati önem taşıyan görevler yerine getireceği nöronlara taşımaktır. Kolesterol seviyeleri düştüğünde beyin iyi çalışamaz ve kişinin nörolojik sorunlarla karşılaşma riski artar. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Serbest radikaller tarafından tahrip edilen LDL moleküllerinin kolesterolü beyne ulaştırma yetileri ciddi bir kayba uğrar. Oksidasyonun yanı sıra şeker de LDL moleküllerine bağlanıp oksidasyon sürecini hızlandırır ve LDL'yi işlevsiz hale getirir. Bu gerçekleştiğinde LDL, nöronları beslemekle görevli astrosit hücrelerine giremez.
Son on yılda yapılan araştırmalar okside olmuş LDL moleküllerinin aterosklerozun (damar sertliği) kilit faktörlerinden olduğunu göstermektedir. Yani asıl yapmamız gereken LDL düzeylerini düşürmek değil, LDL oksidasyonuna neden olabilecek risk faktörlerini ortadan kaldırmaktır. Oksidasyon riskinin baş aktörlerinden biri yüksek kan şekeri seviyeleridir. Şeker molekülleri LDL'ye bağlanarak onun şeklini değiştirir ve LDL moleküllerinin okside olmasını kolaylaştırır. Proteinler ve şeker moleküllerinin tepkimeye girmesiyle açığa çıkan bu glikozile moleküller,serbest radikal oluşumunu glikozile olmayan moleküllere oranla elli kat artırır. Asıl düşman LDL değildir. Karbonhidrat oranı yüksek beslenme nedeniyle serbest radikaller oluşur ve ateroskleroz riski artar. LDL glikozile hale geldiğindeyse kolesterolü beyin hücrelerine taşıyamaz ve beyinde de işlevsel sorunlar baş gösterir. 
Yazar: Ceyhun Özçelik - 12/14/2018

ENFLAMASYON - GLUTENSİZ YAŞAM


Gluten sadece otoimmün bir bozukluk olan çölyak hastalığından muzdarip insanlar için sorun teşkil etmekle kalmaz, neredeyse yüzde kırkımız gluteni tam olarak sindiremiyor ve kalan altmışımız da risk altında.
Bilim insanları, aralarında beyin bozukluklarının da bulunduğu tüm dejeneratif hastalıkların temel taşının enflamasyon olduğunu bir süredir biliyorlar. Ancak nelerin enflamasyonu tetikleyerek bu ölümcül tepkimelere sebep olduğu konusundaki çalışmalar devam ediyor. Gluten ve karbonhidrat açısından zengin bir beslenme düzeninin beyinde enflamasyonu tetikleyen faktörlerin en başında geldiği de elde ettikleri bulgular arasında. Bu aslında oldukça tedirgin edici bir tespit.
Gluten bu yapbozun sadece bir parçası. Yüksek kolesterolün beyin hastalıklarına yakalanma riskini azalttığını ve ömrü uzattığını ortaya koyan çalışmaların sayısı her geçen gün artıyor ve besinlerden alınan yağların da (burada trans yağlardan değil, iyi yağlardan bahsediyoruz) sağlıklı bir yaşamın ve işlevsel bir beynin anahtarı olduğu kanıtlandı.
Metabolizmanızı karbonhidratla çalışmaktan kurtarıp protein ve yağla çalışır hale getirdiğiniz anda kolayca ve kalıcı bir şekilde kilo vermek, gün içinde daha enerjik olmak, daha iyi uyumak, daha yaratıcı ve üretken olmak, daha iyi bir hafızaya ve düşünme yeteneğine sahip olmak, daha renkli bir cinsel yaşama kavuşmak gibi hedeflerinize ulaşmanın da artık çok daha kolay olduğunu göreceksiniz. Ayrıca elbette ki beyniniz de artık tam anlamıyla koruma altında olacak.
Enflamasyon hayatta kalabilmek için alınan çok önemli bir tedbirdir. Ancak enflamasyon kontrolden çıktığında sorunlara sebep olur. Nasıl ki günde bir kadeh şarap içmek sağlıklıyken her gün birkaç kadeh şarap içmek sağlık açısından tehlike teşkil ediyorsa, enflamasyon için de aynısı geçerlidir. Enflamasyon tek bir noktayla sınırlı kalmalı, uzun zamana yayılmamak ve asla sürekli olmamalıdır.
Enflamasyon yaygın hale geldiğinde vücutta hücrelerimiz üzerinde toksik etkileri olan bir dizi kimyasal üretilir. Bu da hücre işlevlerinin azalmasına ve akabinde de hücre yıkımına neden olur. Kontrol altına alınamayan enflamasyon Batı toplumlarında sık rastlanan bir sorundur ve bilimsel araştırmalara göre kalp-damar hastalıklarının, kanserin, şeker hastalığının, Alzheimer'ın, akla gelebilecek diğer tüm kronik hastalıklar ve bunlara bağlı ölümlerin temel sebebidir.
Artık kalp krizlerinin en temel nedeni olan kalp-damar hastalıklarının altında kolesterolden ziyade enflamasyonın yatıyor olabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyoruz. 
Yazar: Ceyhun Özçelik - 12/14/2018

GLİKOZ - GLUTENSİZ YAŞAM


Vücudumuz, besinlerden aldığı yakıtı hücrelerimizin kullanabilmesi için enerjiye çevirebilecek şekilde tasarlanmıştır. Türümüz neredeyse dünya üzerindeki varlığı boyunca glikoz — birçok hücre için vücudun temel enerji kaynağı— kıtlığı çekmiştir. Bu da bizi glikoz depolamaya ve farklı maddeleri glikoza dönüştürmeye yöneltmiştir. Vücut ihtiyaç olması halinde protein ve yağları glikojenez isimli bir işlemden geçirerek glikoz üretebilmektedir. Ancak bu, nişastanın ve şekerin glikoza dönüştürülmesinden daha karmaşık bir tepkime olduğu için daha fazla enerji gerektirir. Hücrelerimizin glikozu kabul edip kullanabilmeleri için detaylı bir işlemden geçirmeleri gerekir. Hücreler glikozu emerek dolaşım sistemine gönderemezler. Bu hayati şeker molekülünün hücreye girişi pankreas tarafından salgılanan insülin hormonu aracılığıyla gerçekleşir. Daha önceden de biliyor olabileceğiniz gibi, görevi glikozu daha sonra yakıt olarak kullanılacağı kas, yağ ve karaciğer hücrelerine iletmek olan insülin, hücresel metabolizmanın en önemli bileşenlerinden biridir.
Normal, sağlıklı hücrelerin insülin hassasiyeti yüksektir. Ancak ısrarlı glikoz alımı sonucunda sürekli yüksek insülin seviyelerine maruz kalan hücreler yüzeylerindeki insülin reseptörlerinin miktarını azaltarak bu duruma uyum sağlarlar (bunun sebebi çoğunlukla insülin seviyelerinin tavan yapmasına sebep olan rafine şekerlerle dolu, aşırı işlenmiş gıdaların fazla miktarlarda tüketilmesidir). Başka bir deyişle, hücrelerimiz insüline karşı duyarsızlaşır ve bu durum da hücrelerin insülini umursamayarak kandaki glikozu bünyelerine almakta başarısız olmalarına neden olan insülin direncine sebep olur. Pankreas da bu duruma daha çok insülin salgılayarak tepki verir. Böylece şekerin hücrelere girebilmesi için daha yüksek insülin seviyelerine ihtiyaç duyulur.
Bu durum, sonu Tip-2 diyabete varacak olan klinik bir sorun oluşturur. Şeker hastalarının kanlarındaki şeker oranı yüksektir, zira vücutları şekeri enerji olarak depolanacakları hücrelere ulaştıramaz ve yüksek kan şekeri de saymakla bitmeyecek bir sürü soruna sebep olur. Toksik şeker de tıpkı bir cam kırığı gibi birçok hasara yol açabilir: körlük, enfeksiyonlar, sinir harabiyeti, kalp hastalıkları ve evet, Alzheimer. Bu zincirleme olaylar gerçekleşirken vücuttaki enflamasyon da tavan yapar. Burada insülinin, kan şekeri düzenlenemediği takdirde olabileceklerin gizli sorumlularından biri olarak da görülebileceğinin altını çizmek isterim.
Ne yazık ki insülin sadece glikozu hücrelere taşımakla kalmaz. İnsülin aynı zamanda da büyümeyi tetikleyen, yağ üretimini ve depolanmasını destekleyen ve enflamasyona zemin hazırlayan bir anabolik hormondur. İnsülin seviyelerinin yüksek olması diğer hormonlar üzerinde de ters etki yapabilir. İnsülinin baskın olması bu hormonların da seviyelerinde düşüşe ya da artışa neden olabilir. Bu da vücudun normal işleyişini sekteye uğratacak, sağlıksız bir kaos ortamı oluşturur.

Yazar: Ceyhun Özçelik - 12/14/2018

GLUTENSİZ YAŞAM GİRİŞ


Eğer kronik baş ağrıları, depresyon, epilepsi (sara hastalığı) ya da şiddetli duygu dalgalanmaları gibi beyinle ilgili farklı bir sorundan muzdaripseniz bunun da suçlusu DNA'nız değil. Suçlu, tükettiğiniz besinler. Modern tahıllar beynimizi tahrip eder. "Modern"den kastım sadece rafine beyaz unlar, makarnalar ve pirinç değil, bütün tahıllardan bahsediyorum.
Artan kalp-damar hastalıkları, obezite ve bunama oranlarının sorumlusu karbonhidratlar ve kanola, mısır, pamuk, yer fıstığı, aspir, soya fasulyesi ve ayçiçeği gibi bitkilerin işlenmesiyle elde edilen çoklu doymamış yağlar olabilir mi? DNA'mızı, genetik mirasımıza rağmen, sadece aldığımız besinlerle değiştirmemiz mümkün mü? Toplumun sadece küçük bir yüzdesinin sindirim sistemlerinin buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten isimli proteine hassas olduğu bilinen bir gerçektir. Fakat bu bileşenin herkesin beyni üzerinde olumsuz bir etkisi olabilir mi?
Gluten tam bir "gizli düşmandır" ve siz farkında olmadan geri dönüşü olmayan hasarlara sebep olabilir. Bu bölümde enflamasyona neden olarak sinir sisteminizi tahrip edebilecek gluten gibi maddelerle dolu karbonhidratlar tarafından saldırıya uğrayan beynin ve diğer organların başına neler gelebileceğini göreceğiz.
Yazar: Ceyhun Özçelik - 12/14/2018